Son Dakika

Rasim Özdenören: Mutluluğun öyküsünü yazmak çok zor

Yayınlandı:

-

O, Cahit Zarifoğlu’nun deyimiyle “Yedi Güzel Adam”dan biri; edebiyatımızın “Gül Yetiştiren Adam”ı. Rasim Özdenören ile daha önce birkaç defa İstanbul’da röportaj yapmıştım. Fakat bu defa ilk kez yaşadığı şehre, Ankara’ya gidecektim. Yaşadığı şehir insanın kendi evidir. Bilirim ki insan kendi evinde, hanesinde daha rahat ve güvende olur. Bu da konuşmaya samimiyet katar. Sohbet için İstanbul’dan Ankara’ya yola çıktım.

Kaleme aldığı yazılar ve hakkında yapılan röportajlarda siyasetten ve ömrünü vakfettiği edebiyattan bahsediyordu. Benim merak ettiğim ise, onu “Büyük edebiyatçı” yapan büyüdüğü ortam, ailesi ve tabii ki ikizi Alaeddin Özdenören ile ilişkisiydi.

Rasim Bey’i tanıyanlar bilir, sessizliğinin altında muziplik vardır. Çocukluğu Maraş, Malatya, Tunceli’de geçen Özdenören’in edebiyatına bu şehirler ne katmıştı? İkiziyle nasıl bir ilişkisi vardı? İlk öyküsünde neden fakir bakkal çırağını konu etmişti? Bu sorulara ek olarak, Müslümanca düşünce üzerine de kafa yoran Özdenören ile günümüz Müslümanının moderniteyle ilişkisini ve biraz da siyaseti içine alan bir röportaj gerçekleştirdim. Konuşmada beni en çok etkileyen ise ikiziyle ilgili sorduğum sorularda verdiği tepki oldu. Alaeddin Bey’den bahsederken, yüzünde çocuksu bir mutluluk belirdi, bazı sorularda boğazı düğümlendi. Kolay değildi; ikizi bu dünyadan ayrılalı 14 sene olmuştu. Tüm bu iç burkan konulara rağmen, Özdönören, konuşmamız boyunca yaptığı latifelerle muzip tarzından uzaklaşmadı. Çünkü o her Müslüman’da olması gereken bir şey yapıyor, umut ediyordu.

Maraş doğumlusunuz. İlk ve orta öğreniminizi Maraş, Malatya, Tunceli gibi Güneydoğu ve Doğu şehirlerinde tamamlamışsınız. Bu şehirler edebiyatınızı nasıl etkiledi?

Babam aslen İstanbulludur. Fakat memuriyeti dolayısıyla 1930’ların başlarında Maraş’a geliyor ve evleniyor. 9 yaşımıza kadar Maraş’ta kaldık. O yaşa kadar insan ana ocağının bütün kültürünü benimsiyor. Bu sebeple Maraş kültürü bende çok baskındır. 9’dan 14 yaşımıza kadar da Malatya’da kaldık. Malatya’daki mahallenin çocukları bizim şivemizi yadırgadılar. Malatya mahallî kültürünün de üzerimde çok etkisi var.

Nasıl?

Malatya-Elazığ-Tunceli; bu şehirler Doğu ikliminin kentleri. O şehirlerin şartları öykülerime yansımıştır. Aile ortamında ata-erkil bir düzen varmış gibi görünür. Fakat anne hiç ortalarda görünmemesine rağmen onun sözü geçerlidir. Anne, sözünü kelam olarak dile getirmez. Fakat sözü onun fiilidir. Denize Açılan Kapı kitabımdaki “Ocak” öyküsünde bu tema vardır. O öyküde, ataerkil aile ortadadır. Anne ise bir iki cümle halinde geçer. Gelin vardır ve silik bir şahsiyet olarak görünür. Fakat hikâye ilerledikçe onların ne kadar başat birer figür olduğu anlaşılır. Bunu aleni olarak değil, detaylarda görürsünüz. Mesela gelinin kocasına bir çıkışması vardır. Orada sahne tümüyle aydınlanır ve çok etkileyicidir.

Yine “Sabahın Seher Vaktinde” isimli öykümde de buna benzer bir tema vardır. Orada âşık bir delikanlının sokaklarda sevgilisini arayışı ve sabaha doğru eve dönüşü konu edilir. Anne baba ayaktadır. Babanın hâkim havası evde baskındır. Babanın bütün afra tafrasına rağmen biz annenin sözünün geçtiğini biliriz. Bu hikâyelerde tasvir edilen evler, Malatya ve Maraş karışımı evlerdir.

Bende üçüncü bir etki daha vardır. O da baba ocağının etkisi… Babam İstanbullu demiştim. Ömrü boyunca İstanbullu olma tutumunu terk etmedi.

Anadolu’da İstanbul Kültürüyle Büyüdüm

Ne gibi?

Konuşması katıksız bir İstanbul diksiyonuydu. Evde babamdan dolayı daima iki tencere kaynadı. İstanbul ve Maraş tenceresi… Bizler Maraş tenceresiyle büyüdük. Babam hiçbir zaman Maraş yemeğini yemedi. Sadece yemek kültürü değil, dil konusunda da çok hassastı. Yanlış telaffuz edilen kelimeleri düzeltirdi.

Siz o halde Anadolu’da yaşamış ama İstanbul kültürü ile yetişmiş insanlarsınız.

Evet. Sezai Karakoç bizi Maraşlı kabul etmezdi. “İstanbullusunuz” derdi. Babam ayrıca muzip bir adamdı. Latife olsun diye insanların taklidini yapardı.

Ben de sizin muzip biri olduğunuzu düşünüyorum…

Tabii öyleyimdir. Şakacıyımdır, şakayı severim. Şakadan hoşlanmayan insanlarla da aram olmaz. Bir fıkra anlatarak onların nabzını yoklayabilirim.

İkiziniz Alaeddin Bey’le özel bir iletişiminiz var mıydı?

Evet. Herkesten ayrı bir konuşma şeklimiz vardı. Bazen kavga ederdik. Eğer dışarıda hızımızı alamadıysak, kendi aramızda bir kafa işaretimiz vardı. Onu yapardık. Bu, odaya geçelim, kozumuzu orada paylaşalım, demekti. Canım yanmadıkça vurduğumu düşünmezdim. Kardeşimin ölümünden sonra bir mülakatını okudum. Benden habersiz o da aynı şeyleri söylemiş, o da bana kıyamazmış.

Mutluluğun Öyküsünü Yazmak İmkânsız

Özdenörenler olarak Türk edebiyatına mâl olmuş iki isimsiniz. İkiniz de edebiyatın içindesiniz. Birbirinizi mi keşfettiniz?

Pek öyle olmadı. Ninem bize masallar anlatırdı. Leyla ile Mecnun’u anlatırken oralardaki şiirleri de bize okurdu. Alaeddin daha ilkokulda “Ben de böyle şeyler yazarım” demiş ve şiir yazmaya başlamış. Benim haberim yoktu.

Siz ikiziniz gibi yazıyor muydunuz?

Hayır. Ben yazmayı, yazmaya başlayıncaya kadar aklımdan geçirmemiştim. Babamın tayini dolayısıyla Tunceli’ye gittik. Ortaokulu bitirme sınavlarına girecektim. Sınavdan sonra Maraş’a dönüş yolunda Malatya’ya geldiğimde bir arkadaşımla karşılaştım. Elinde Yaşar Kemal’in İnce Memed kitabı vardı. Bana “Okudun mu?” diye sordu. Okumadım, dedim. O kitabı okumak için üç gün dört gece Malatya’da kaldım. Sonra Maraş’a geldiğimde Alaeddin’le bir arkadaşının bir roman yazmaya başladıklarını gördüm. Ama bitiremediler. O romanı yazmaya beni de davet etmişlerdi.

Siz hikâye yazmaya ne zaman başladınız peki?

Liseye geldiğimde klasik hikâyeleri okumuş ve hazmetmiştim. Ömer Seyfeddin’i tamamen okumuştum. Halk hikâyelerini biliyordum. Abdullah Ziya Kozanoğlu’nun tarihî romanlarından Kerime Nadir’e kadar pek çok kitap okumuştum. Fakat benim yazıya dair herhangi bir yönelimim yoktu. Arkadaşım Ali Kutluay, “Sen de hikâye yaz” dedi ve öyle yazmaya başladım.

Alaeddin ve ben kaliteli ürünleri seçerdik. Arkadaşlarımızın yazdıklarını da beğenmek isteyerek okurduk. Beraber hikâye yazdığım Ali Kutluay benim hiçbir hikâyemi beğenmezdi.

Şimdiden geri dönüp baktığınızda doğru söylediğini düşünüyor musunuz?

Ben ona “hı hı” derdim ama katılmadığım görüşlerini tartışmaya açmazdım.

İlk öykünüzün konusu neydi?

Fakir bakkal çırağı bir çocuk soğukta üşüyor. Üşüdüğünü gören bir müşteri çocuğa bir ceket hediye ediyor. O ceketi giydiğinde mutlu oluyor. Ama o mutluluk dramatik bir mutluluk. Ali, “Kahraman soğuktan ölseydi daha etkili olurdu” demişti. O zaman o hikâyenin kurgusunu değiştirmek lazım demiştim.

Bu öyküyü yazdığınızda kaç yaşınızdaydınız?

On dört.

On dört yaşında bir çocuk neden fakir bir bakkal çırağını ilk öyküsünün konusu yapar?

O gün sorsaydınız bu sorunun cevabı bende yoktu. Bugün var. Mutluluğun öyküsünü yazmak çok zor. Belki de mümkün değil. Cennetin öyküsü yoktur, ama cehennemin öyküsü çoktur. Cehennem hareket halidir. Kötülük yazılabilir olandır, çatışma genelde orada patlak verir.

O Büyük Bir Yazar ve İyi Bir Şairdi

Kardeşiniz vefat edeli 14 yıl oluyor. Onun yokluğunu nasıl tarif edersiniz?

Bu konuda konuşursam sohbeti tamamlayamayız.

Neden? Konuşmalarınızda ikizinizden bahsediyorsunuz…

Ama her defasında tıkanıyorum. Bu bazen sahnede de oluyor. Orada da mahcup oluyorum. Bunu hiç sormayın bana. Ama şunu söylemek zorundayım. Onun büyük bir yazar ve iyi bir şair olduğunu ölümünden sonra derinden kavramış olmam, benim için talihsizliktir. Alaeddin’in tarafımdan böyle algılandığını bilmesini isterdim.

Araştırma yapmak için iki yıl ABD’de kalmışsınız. Bu iki yıllık süre size ne kattı?

İktisat mastırı için Amerika’ya gitmiştim. Aslında kamu hukuku alanında mastır yapmayı düşünüyordum. Beni yanlışlıkla iktisat mastırına kabul etmişler. Kalkınma iktisadına kabul edildiğim bilgisi geldi. Ben de gittim.

Sıkılmadınız mı?

Tam tersi memnuniyetle matematik öğrendim. İyi ki gelmişim, dedim. Oradan binlerce kitap alma imkânım oldu. Fakat yazık ki kitapları gümrükten geçiremedim. Onca kitap Türk gümrüğüne takıldı, o gümrük memurlarını affetmek içimden gelmiyor. 1971 yılı Ankara gümrüğü, Eylül ayı… Çok üzülmüştüm .Hâlâ üzülüyorum.

Gayri İslâmi Bir Düzende Yaşıyoruz

Müslümanca Düşünme Üzerine Denemeler kitabınızda, düşünce yapısının mevcutla onarılması değil kökten değiştirilmesi gerektiğini savunuyorsunuz. Ne demek istiyorsunuz?

Şunu demek istiyorum; gayri İslâmî bir düzen içinde yer alıp, o düzlemde İslâmî edimlerimizi yapmak, İslâmî sonuçlar doğurmaz. Özelde Türkiye, genelde ve bütün İslâm coğrafyasında yaşadığımız sıkıntının kaynağı bu noktada aranabilir. Düzeni temelden değiştirmedikçe eda edilen namaz, oruç, hac gibi ibadetler bireysel olarak kişiyi kurtarır. Fakat toplumsal olarak kurtarmaz. Zekâtını verdiğinde bireysel olarak borcundan kurtulursun. Fakat gayri İslâmî bir düzende zekât kendi sonuçlarını doğurmaz.

Yani, Müslümanca düşünüyoruz ama yaşamıyor muyuz?

Bireysel olarak yaşıyoruz fakat toplumsal olarak yaşamıyoruz. İslâm, bir hayat düzeni halinde yaşanmadığından siyasî, iktisadî alanlarda, bireysel edimler kendi doğal sonuçlarını doğurmuyor. Hacca gidiyorsunuz, tamam. Ama gitmeden önce vergisini ödüyorsunuz. Bu gayri İslâmî düzenin işine yarıyor. Üstelik kurulu düzen Müslümanları lütuf ve ihsanından yararlandırdığını düşündüğü için bir de ona şükran borcu duymanız bekleniyor. Aslında Müslümanların hacca pasaportla gitmeyi içlerine sindirmemesi gerekir. Kâbe kimsenin, hiçbir kavmin, ulusun özel mülkü değildir, orası adı üstünde Allah’ın Evi’dir.

Düşüncede kökten değişimle ilgili ne öneriyorsunuz?

Önce bunun bilincine varılması gerekiyor. O zaman problem kalmaz. O zaman kurulu düzeni değiştirmek daha kolay. Kurulu düzene sahip çıkan güçler buna mâni olmaya kalkışırsa farklı enstrümanlara başvurmak gerekebilir. Hâlbuki bu ülke, Müslümanların ülkesi. Burada İslâm yeniden ihya edilmelidir. Halen gayri İslâmî bir düzenin altında yaşayan Müslümanlarız.

Zihinsel Hicret Gayri İslâmi Kabulleri Terktir

“Müslümanların zihinsel hicrete ihtiyacı var” diyorsunuz. Siz bu cümleyi söylediğinizden bu yana zihinsel hicrete dair bir gelişme gördünüz mü?

Peygamber Efendimiz’in (s.a.) Mekke’den Medine’ye yapmış olduğu bir hicret vardı. O günün Müslümanı için farzdı, bir defaya mahsus yapıldı ve bitti. Bugün bizim de hicret etmemiz gerekiyor. Fakat bugün dünyada gideceğin bir yer yok. Bugün sadece zihinsel olarak hicret edilebilir. Zihinsel hicret, zihinlerimize yerleşmiş, yerleştirilmiş bütün gayri İslâmî kabulleri terk edip, onun yerine İslâmî kabulleri ikame etmektir.

Bunun toplumda bir karşılığı var mı?

Pek görmüyorum. Çünkü zihinlerimize yerleşmiş veya yerleştirilmiş olan gayri İslâmî kavramlar çok güçlü ve aldatıcı. Mesela ben demokrasi ile İslâm’ın birbirinden bütünüyle farklı iki kavram olduğunu söylediğimde bana “İslâm, demokrasiye aykırı mı?” diye soruyorlar. “Seçim, insan hakları, hürriyet, İslâm’da da var. O halde sen neden bahsediyorsun?” diyorlar.

Yani?

Kısır döngü tam da bu sorunun içinde gizli. Gözden kaçan temel bir nokta var, o da şu; demokrasi halk iradesi demek. Bu da halkın menfaatine olan yasaların çıkması demektir. İslâm ise Hakk’ın iradesini referans alıyor. Halkın iradesi faizi caiz görüyorsa banka düzeninde devam edebilirsin. Buna devam ettiğin sürece de İslâm’a giden yolu kapamış olursun. Soru şudur: Yasa yaparken referans noktan halk mı vahiy mi? Belirleyici olan bu sorunun cevabıdır. Daha da temelde, demokrasinin “lütuf ve ihsanından” memnun olduğun sürece bu açmaza mahkûm kalırsın.

Her Dönemin Kendine Mahsus Şikâyeti Var

Bir kültürel kırılma yaşadık ve bu kültürel kırılma bizim tarihsel bağlarımızı kopardı. Şimdi o tarihsel bağları yeniden canlandırıp örebilir miyiz?

İslâm’ı benimseyenler de benimsemeyenler de keskinleşiyor. Biz bireysel olarak kendi İslâm’ımızı tam yaşayabilsek, bu, çevreye yansır. Müslümanın en keskin tebliğ aracı İslâm’ı kendi nefsinde yaşamasıdır. Namazı “beni gördüler mi görecekler mi” endişesinden uzak kılacaksın.

Bu şikâyetler hep vardı. Kimse kendi döneminden memnun olmadı şimdiye kadar. Cennetten bu dünyaya geldiğimizde Habil ile Kabil’in kavgası ile karşılaştık. O dönemin insanları cennet özlemi içindeydi. Yitirilmiş cennetin özlemi her zaman olmuştur. Bu bahsettiğimiz şikâyetler yeni değil, her dönemin kendine mahsus şikâyetleri vardır.

Bir röportajınızda “Ben muhafazakâr falan değilim” demişsiniz. Muhafazakârlık nedir sizce?

Muhafazakâr kelimesi bize mahsus değil. Genelde Avrupa’ya, özelde İngilizlere mahsus bir kavram. İngilizler tutucudur. Alman muhafazakârları, bidatleri muhafaza eder. Protestanlık tam da bu söylediğim durumun ifadesi. Manifestolarında “Faizi kabul etmemiz lazım. Çünkü faizi kabul etmediğimiz takdirde mevcut ticaret hayatına uyum sağlayamıyoruz, bu yüzden İngiliz ve Fransızlarla ticarette rekabet edemiyoruz.” diyorlar ve bidatleri kabul etmiş oluyorlar. İslâm, her yüz yılda bir yenilenir. Bu yenilenme aslında dini bidatlerden arındırma işidir. Çok ünlü bazı ilahiyatçıların bidat kelimesini bilmediklerini görüyorum.

‘‘Minare Olmazsa Din Elden Gider’’ Derseniz Bidat Olur

Bidat kavramını açıklar mısınız?

Bidat, dine yeni şeyler katılmasıdır. Kimileri Asrı Saadet’ten sonra ortaya çıkan her yeniliği veya her yeni olguyu bidat sayıyor. Cami binası, minare, düğünde çalgı çalmak, sigara, otomobil, her türden teknoloji o anlayış sahiplerine göre bidat kabul ediliyor. Ama bunlardan bir kısmı faydalı görüldüğünde ona “güzel bidat” (bidat-ı hasene) adını veriyor ve kabul ediyor. Bu anlayış yanlış. Bidatin güzeli olmaz. Burada bidat kavramını tanımlamada sorun var. Allah’ın Resulü (s.a.) bidati “Dine yeni şey katma” olarak belirliyor. Bu şu demek: Bidat olan minarenin kendi değil; ‘din minaresiz olmaz, minare dinin rüknüdür’ kabulü bidattir. Anlaşıldı mı? Sigara bidat değil, ama ‘din sigarasız olmaz, sigara dinin icabındandır’ kabulü bidattir. Minare yapmak ne zaman bidat olur? Minare olmadan din elden gider, derseniz bu bidat olur. O takdirde minareyi dine katmış olursun.

Peki, soruya dönersem, neden “muhafazakâr değilim” diyorsunuz?

Yeniliğe açık biri olduğum için. Yenilikler bizim tasarrufumuzda olmalı. Biz onun tasarrufunda olmamalıyız. Mesela Hendek Savaşı’nda Hz. Selman’ın Peygamberimize (s.a.) bir tavsiyesi oluyor, diyor ki: “Biz İran’da şehirlerimizin kenarına hendekler açardık. Düşman o hendekleri aşamaz, karşı tarafta kalır ve geri çekilirdi.” Peygamber Efendimiz (s.a.) de kabul ediyor. Bu bir yeniliktir. Fakat Peygamberimiz (s.a.) bunu öyle yaptı diye her münferit olayda öyle yaparsanız yanılgıya düşebilirsiniz. Çünkü Peygamberimiz (s.a.) onu hangi şartlarda uygun görüyor, onu dikkate almamız lazım. Bu açılardan baktığımda kendime, ‘muhafazakâr değilim’ diyorum.

Eşitlik, Özgürlük Gibi Kavramlar Bu Ülkede Hesabı Verilmeden Kullanılıyor

Günümüz Müslümanlarına bakınca ne görüyorsunuz?

Büyük ölçüde modern hayat bizi tasarruf ediyor. Haşemayla denize girmek buna bir örnektir. Düne kadar mütedeyyin kadının hayatında deniz yoktu. Deniz, moda oldu. Modern insan denize girdiği için dindar kadın da denize girmek istedi. Mayoyla giremeyince haşema ile girdi.

Dindar kadın denize girmesin mi?

Ben denize girmesin demiyorum. Denize girmek son 100-150 yılın olayı. Modern çağın alışkanlıklarından biri. Kapitalizmin hayatımızda belirleyici olmasından bu yana denize girmek ve esmerleşmek modern hayatın göstergelerinden biri haline geldi, zenginlik işareti olarak kabul gördü. Oysa daha önce esmerlik köylülüğün ve ameleliğin işaretiydi. Modern zengin kadın ve erkek toplumsal statüsünü denize giderek ifşa ediyordu. Bu olgu giderek Batılı hayat tarzında her toplumsal katmanın kabulü haline geldi. Müslüman kadınlar da bu hayat tarzına özenmeye başladı ve sırf denize girebilmek için kendine bir kıyafet icat etti. Ben buradaki sakameti vurgulamak istiyorum.

Bazı özel plajlar bu kıyafeti, haşemayı kabul etmiyor. Bunu da kimileri bir başka modern kavram olan eşitlik kavramı ile reddetmeye çalışıyor. Eşitlik, özgürlük, insan hakları, demokrasi ve laiklik gibi kavramlar bu ülkede hesabı verilmeden kullanılıyor.

Yeni Dünya Düzeni Küfrün Yenilenmesi

Ankara’da yaşıyorsunuz. Siyasetle ilgili yazılar da yazıyorsunuz. Ama siyasetle işiniz hiç olmadı. Siyaseti nasıl bir saha olarak görüyorsunuz?

Ben kendimi düşünsel ve edebiyat alanında ifade etmeye çalışıyorum. Yazdığım şeylerin hiçbiri siyasetten ari değil. Bu siyaseti, günübirlik, aktüel siyaset olarak algılamamak lazım. İçinde bulunduğum düzen içinde bir tarafım. Aklım erdiğinden bu yana her seçimde bir partiye oy verdim. Çünkü vermediğim her oyun, karşısında durduğum partiye hediye olarak gideceğini düşündüm. Fakat bu, kurulu düzenin verilerini benimsediğim anlamına gelmez. Bu, düzenin içinde bana yakın olanlara destek çıkma demek olur. Ben aynı zamanda oy verdiğim partiyi de eleştiriyorum.

Her şeyden önce her siyasi parti, kurulu düzenin bir parçasıdır. Niyet İslâm da olsa, onun son tahlilde hizmeti kurulu düzene yarayacaktır. Çünkü onun şartlarına ve kurallarına riayet etme yükümlülüğü ile faaliyet göstermek zorundasın. Hâlbuki kurulu düzen sana İslâmî parti kurmayı yasaklıyor.

“Yeni dünya düzeni” sözü sizde neyi çağrıştırıyor?

Küfrün yenilenmesi olarak görüyorum. Yeni araç ve kavramlarla küfrü ihya etmenin düzeni olarak görüyorum. Yenidünya düzeni diyerek, insan haklarını ve liberalizmi öne sürdüler. Bunların her biri ayartıcı deyimler. Modern insan, Müslüman kalıbına da giriyor. Başörtüsü mücadelesi içinde olan bir kadın, insan hakları gerekçesi ile Avrupa İnsan Hakları’na müracaat ediyor.

Etsin, ne mahzuru var?

Etmemeliydi. İnsan hakları gerekçesiyle Avrupa İnsan Hakları’na şikâyet ettiği takdirde Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kendi kurallarına göre reddedecekti. Oraya müracaat edenin bunu bilmesi, dolayısıyla sonucuna da katlanması gerekir.

Kendi mücadelenizi kendi araçlarınızla yaparsanız sonuç alırsınız. Bunu karşı tarafı haklı gördüğüm için söylemiyorum. Her münferit olayı kendi düzlemi içinde değerlendirmeye çalışıyorum.

Rusya ile Amerika Arasında Soğuk Savaş Hiç Olmadı

Çapraz İlişkiler’de ABD ve SSCB’nin soğuk savaş esnasında ve sonrasında aslında birbirini beslediğini ifade ediyorsunuz. Bu teziniz bugün de güncelliğini koruyor mu? 

Soğuk savaşın olduğu dönemlerde bize şöyle anlatılıyordu: Gerçekten bir soğuk savaş var. Dünya, sosyalist ve kapitalist olarak ikiye ayrılmış. Rus ve Amerika diye ikiye ayrılmış. Bir kısım ülkeler Amerika’nın, bir kısmı da sosyalist ülkelerin peşine takılmış gidiyordu. Ben o tarihlerde bu ayrımcılığın sahte olduğunu söylüyordum. Kapitalizm ile sosyalizm ayrışması, kapitalist dünyanın kabulleri çerçevesinde ortaya çıkmıştır. Bu Müslümanların öngördüğü bir ayrım değil. Öyle olaylarla karşılaşabiliriz ki kapitalist bir ülkeyi sosyalistler himaye edebilir ya da sosyalist bir ülkeyi de kapitalist bir ülke himaye edebilirdi. Soğuk savaş denilen dönemde böyle çapraz durumlarla karşılaşılmıştır. Çapraz ilişkiden kast ettiğim bu.

Aslında ortada soğuk savaş diye bir şey yok muydu?

Hayır, yoktu. 1989’da Rusya’da sosyalizmin çökmesiyle Sovyet Rusya dağılmış oldu. Fakat Rusya ile Amerika zaten birbirinin içindeydi. Bugün de bu ilişkiler devam ediyor. ABD’nin ve Batı Avrupa ülkelerinin sermayesi çok uluslu şirketler marifetiyle Batı sermayesini ve teknolojisini dünyadaki bütün sosyalist ülkelere sokmuş durumdaydı. Her iki taraf da bu işbirliğinden hoşnuttu. Biri sosyalist ülkelerin ucuz işgücünden yararlanıyor, öteki de Batının yeni teknolojisini öğrenmiş ve benimsemiş oluyordu.

“Nasıl bir Türkiye istiyorum?” diye bir yazı yazmıştınız. Orada hukuk düzeni kurulmuş, dışarıda komşularıyla barış içinde yaşayan, bütünleşme sürecine girmiş ideal bir Türkiye’den bahsediyorsunuz. Bugün bahsettiğiniz ideal Türkiye miyiz?

Henüz değiliz. Fakat umudum her zaman var. Ben o yazıda bir sünnete de işaret ediyordum. Size bir misal vereyim: Bizans ile İran arasında savaş çıkacak. Hz. Ebubekir Bizans’ın kazanacağına dair bahse girmiş ve “3 yıl içinde Bizanslılar galip gelecek” diyor. Sonra Peygamberimize (s.a.), “Böyle bir bahse girdim, doğru yaptım mı?” diye soruyor. Peygamberimiz (s.a.) “Eğer neticesinden eminsen girebilirsin. Fakat süreyi uzat.” diyor.

Bizim de burada yaptığımız o sünnete uygun. Burada biz kurulu düzeni himaye etmiyoruz. Kurulu düzen kimin elinde? Bize yakın durduğunu varsaydığımız bir iktidarın elinde. Bu ümidi o vaat ediyor.

“Mutluluğun Öyküsünü Yazmak İmkansız”, Kitabın Ortası dergisi, Ekim 2017, sayı 7.

 

Röportaj: Kübra Sönmezışık

Fotoğraflar: Hasan Eren Çalışkan
Kaynak: https://www.dunyabizim.com/soylesi/rasim-ozdenoren-mutlulugun-oykusunu-yazmak-cok-zor-h28348.html

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Exit mobile version